8 Ağustos 2014 Cuma
Doğu Türkistan’ın Efsanevi Lideri: İsa Yusuf Alptekin...
Dr. Ömer Kul
İ

İsa Bey, ailenin hayatta kalan üç çocuğundan en küçüğüdür. Tahsil hayatı Çin okulu, okuduğu birkaç medrese ve Meşrep Meclisi ile sınırlıdır. Onu görevli gittiği Batı Türkistan’daki tecrübeleri yetiştirmiş ve kararlı bir lider haline getirmiştir.
Çin mektebinde okuduğu yıllarda çalışma hayatına da adım atmıştır. Toprak vergisinin toplanması sırasında vergi memurlarına yardımcı olma, 1923 yılında Yenihisar’a kaymakam olarak gelen Çin Deli’ye Türkçe öğretme ve bu iş esnasına yabancılar arasındaki anlaşmazlıklara bakan haricî irtibat memurluğu görevini yapmıştır. Aynı yıl Fatma Hanım ile evlenmiştir.
İsa Yusuf Bey, Endican ve Taşkent’te üçer yıl olmak üzere altı sene Batı Türkistan’da kalmıştır. Batı Türkistan’da Rusları ve komünizmi tanımış, burada bulunan doğu Türkistanlı milliyetçilerle görüşmüş ve işbirliği yollarını aramıştır. Burada görevli olduğu yıllarda Özbek Türklerinin milli şairi Çolpan ile yaptığı yarı gizli denilebilecek görüşmelerinde Onun:
“İsa Bey, ne çektiysek adamsızlıktan çektik. Gerek bizim gerekse sizin için yapılacak tek şey, her şeyden anlayacak adam yetiştirmek; Türkiye’ye, Almanya’ya çok miktarda talebe göndermek lazım” sözlerinden etkilenmiştir.
İsa Yusuf Bey, 1931’de Hoca Niyaz Hacı tarafından başlatılan istiklal hareketi üzerine Çin yetkilileri ile temasa geçmiş, Doğu Türkistan’daki Çinli idarecilerin halka yaptığı zulümlerin önlenmesini aksi takdirde hareket yayılacağını ve bölgede Rus işgalinin söz konusu olacağını bıkıp usanmadan anlatmıştır.
Sovyet Zulmü
Nitekim 1931’deki bağımsızlık teşebbüsü Doğu Türkistanlı Müslümanları, endişe ettikleri bu tehditle yüz yüze bırakmıştır. Çin, ancak komünist Rusya’nın desteği ile bu teşebbüsü bastırabilmiş ve 1934-1937 arasında ardı ardına yaşanan kıyamlardan sonra Doğu Türkistan, fiilen Sovyet hakimiyetine girmiştir. Bu dönemde Sovyet cumhuriyetlerinde yaşanan işkence ve eziyetlere Doğu Türkistanlılar da maruz kalmıştır.
İsa Yusuf Bey, Konsolos Çin De-li’nin görevden alınması üzerine 2 Haziran 1932’de Pekin’e gelmiştir. Pekin’de 1933’te “Doğu Türkistanlı Vatandaşlar Cemiyeti”ni kurmuş ve “Çinli Türkistan Avazı” isimli mecmuayı çıkartmıştır. 18 Eylül 1936’da Çin Millet Meclisi üyeliğine seçilmiştir. 1938’de Japon-Çin anlaşmazlığı konusunda İslam dünyasını bilgilendirmek üzere görevlendirilmiş, Lübnan, İran, Afganistan ve Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Ziyaret ettiği ülkelerde pek çok devlet lideri, siyasetçi, yazar, akademisyen ve en önemlisi de Doğu Türkistan’dan göç etmiş kişilerle görüşmüştür.
Çinlilerin baskıları sonucu 21 Eylül 1944’e Alihan Töre liderliğinde İli (Gulca)’de ayaklanma başlamış ve 12 Kasım 1944’te“Şarkî Türkistan Cumhuriyet” adlı bir devlet kurulmuştur. Çin devlet başkanı Çan Kayşek ayaklanmayı bastırmak için uzlaşma yolları aramış ve İli’den gelen bir heyetle görüşmeleri için mesut Sabri Baykozi, Mehmet Emin Buğra ve İsa Yusuf Bey’in Urumçi’ye gitmelerine izin verilmiştir. Görüşmeler sonucu 2 Ocak 1946’da General Can Cicung başkanlığında Mehmet Emin Buğra ve İsa Yusuf Bey’in de aralarında bulunduğu bir Karma Hükümet kurulmuştur.
İsa Yusuf Bey, 1946’da Urumçi’de “Üç Prensip Gençler Teşkilatı”nın Doğu Türkistan şubesini açmış, “Altay Neşriyat Evi”ni kurarak “Erk” gazetesini çıkarmaya başlamış ve halkın iştirak ettiği haftalık toplantılar tertip etmiştir. 1947 senesinde kurulan Dr. Mesut Sabri Baykozi hükümetinde genel sekreterlik vazifesini üstlenmiştir. Bir yıldan daha fazla kaldığı bu görevi esnasında milliyetçi, anti-emperyalist ve anti-kominist politikaları yüzünden Rusya ile Çin’in tepkisini çekmiştir. 17 Temmuz 1948’de, Rus aleyhtarı politikaları gerekçesi ile hükümet azledilmiştir. Bu sırada Kızıl Çin tehlikesi de had safhaya ulaşmıştır.
Hicret Kararı Aldı
İsa Yusuf Bey ve arkadaşları uzun müzakereler sonucu, güçlerinin Kızıl Çin kuvvetlerine karşı koymak için yeterli olmadığı kanaatine vararak hicret kararı almışlar ve 21 Ekim 1949’da yüzlerce kişi ile Doğu Türkistan’dan ayrılmışlardır. 20 Aralık 1949’da Ladak’a ve oradan da Keşmir’in başşehri Şrinagar’a hareket etmişlerdir.
İsa Yusuf Bey ve Mehmet Emin Buğra, Tibet üzerinden Hindistan’a ulaşmaya çalışan Kazak Türklerine de yardım ellerini uzatmışlardır. İsa Yusuf Bey, kafilelerin sığınma izinlerini alabilmek için sırasıyla Hindistan, Suudi Arabistan ve Mısır’a gitmiş fakat bir netice alamayınca 6 Ocak 1952’de Türkiye’ye hareket etmiştir. Aynı tarihlerde Mehmet Emin buğra da Türkiye’ye gelmiştir.
Türkiye’de bir taraftan yaptıkları ziyaretler diğer taraftan da basın yoluyla davalarını canlı tutma gayretleri neticesinde Bakanlar Kurulu, 13 Mart 1952 tarihinde 1850 Doğu Türkistanlının iskanlı göçmen olarak Türkiye’ye yerleşmelerine kar vermiştir. 1952 yılı sonundan itibaren Doğu Türkistanlılar Türkiye’ye yerleşmeye başlamışlardır. İsa Yusuf Bey ise ailesiyle birlikte Haziran 1954’te Türkiye’ye yerleşmiş ve 4 Aralık 1957’de de Türk vatandaşlığına kabul edilmiştir.
1949-1954 yılları arasında tahammül edilemeyecek derecede zor şartlar içinde geçen beş yıldan sonra, Türkiye’ye yerleşen Doğu Türkistanlılar ve İsa Yusuf Alptekin bir nebze de olsa huzura kavuşmuşlardır. Alptekin, davasını anlatmak üzere 1970’e kadar üç defa dünya seyahatine çıkmış ve birçok memleket dolaşmıştır. Başta Asya-Afrika Konferansı, Dünya İslam Birliği ve Dünya İslam Kongresi olmak üzere pek çok uluslar arası konferanslara iştirak etmiş ve pek çok devlet büyüğü ile görüşmüştür.
1960’da Doğu Türkistan Göçmenler Cemiyeti kurulmuştur. Mehmet Emin Buğra’nın 14 Haziran 1965’te vefatından sonra cemiyetin başkanlığına İsa Yusuf Alptekin getirilmiştir. Alptekin, 1978 yılında geçirdiği bir trafik kazası neticesinde uzun süre hastanede kalmış ve gözleri tedrici olarak acizleşmiştir. Bunun üzerine cemiyetin faal başkanlığından ayrılmıştır.
1984 yılında Türkçe, Arapça, İngilizce olmak üzere “Doğu Türkistan’ın Sesi” isimli mecmuayı yayınlamaya başlamıştır.
1978 yılında kurulmasını tamamladığı fakat rahatsızlığı sebebiyle hizmet edemediği Doğu Türkistan Vakfı, 1986’da merhum Rıza Bekin tarafından yeniden ihya edilmiştir.
Diplomasiye Önem Verdi
İsa Yusuf Alptekin, diğer Türkistanlı liderlerden farklı olarak diplomat yönü ağır basan bir şahsiyettir. Meselelerin şiddetten ziyade aklıselim ve uzun vadeli çalışmalarla halledileceğine inanmaktadır. Her gittiği yerde Müslüman-Türk talebelerle ilgilenmesi, cemiyetler kurup gazete ve dergi yayınlaması eğitim ve kültüre verdiği önemi göstermektedir.
Gençlik yıllarında başlayan mücadele hayatı hicretler, eziyetler, türlü sıkıntılarla sürmesine rağmen hürriyet aşkı bir asra yaklaşan ömrünün son günlerinde dahi canlılığını korumuştur. Bu mücadelesi sırasında çocuklarını da:
“Bir Doğu Türkistanlı olarak Doğu Türkistan davası, bir Türk olarak Türklük davası, bir Müslüman olarak İslam davası ve bir insan olarak insanlık davası için hizmet edin” telkiniyle yetiştirme gayretinde olmuştur.
Doğu Türkistan’ın bir müstemleke olarak kalmasını hazmedemeyen Alptekin’in hayatındaki en büyük tesellisinin ise Batı Türkistan’ın bağımsızlığına kavuştuğunu görmek olmuştur. Yaşamış olduğu bütün olumsuzluklar rağmen hiçbir zaman doğu Türkistan’ın bağımsızlığına olan inancını kaybetmemiştir.
Türkistan’da Muhtar Bir Türk Cumhuriyeti: Karakalpakistan...
Salih Yılmaz
Köklü bir tarihe sahip ve dinine çok bağlı bir Türk cumhuriyeti olan Karakalpakistan Orta Asya'daki diğer Türk cumhuriyetleri kadar tanınmamaktadır. Bu cumhuriyeti tanıtan bir makaleyi aşağıda sunuyoruz. Editör
Coğrafya
K

Karakalpakistan tarihi Harizm toprakları üzerinde kurulmuştur. Bu topraklar Aral Gölü'ne dökülen Amu-Derya (Ceyhun)'nın deltası ile iki yanındaki araziden oluşmuştur. Aral gölü Karakalpakistan'la Kazakistan arasında paylaşılmıştır. Amu-Derya'nın doğusu Kızılkum çölüdür. Karakalpakistan Cumhuriyeti, Kızılkum çölünün batısını, Amu-Derya deltasını ve Üstyurt yaylasının güneydoğu bölümünü teşkil eder. Kızılkum çölü kum tepeleriyle dolu çok geniş bir alandır. Çölün güneyinde Sultan-Uizdağ dağları uzanır. (En yüksek tepesi 473 m)
Karakalpak Cumhuriyeti'nin başkenti, Cumhuriyetin siyasi, iktisadi ve kültürel merkezi olan Nukus şehridir. Yaklaşık 200.000 nüfusa sahiptir. Ekim ihtilalinden önce Nukus, iki binalı askeri bir kaleyken 1932'den itibaren gelişme göstermiş ve bunun üzerine Karakalpaklar, 1939'da başkenti Törtkül’den, buraya taşımışlardır. Nukus, Karakalpakistan'ın hemen hemen merkezinde kurulmuş bir şehirdir. Ülke 12 idari bölgeye, 8 şehir ve 9 yerleşme merkezine ayrılmıştır.
En önemli şehirleri Törtkül, Çimbay, Moynak, Kongrat, Biruni ve Tahta Köprü’dür. SSCB döneminde de Tahiataş, Şumanay, Karauzyak, Leninabad, Akmangit, Bustanlik, Komsomolsk, Üstürte, Karatav gibi yeni şehirler kurulmuştur. Yüzölçümü 164.900 km2 olup nüfus yoğunluğu km2 de 8,3 kişidir.
Karakalpakistanda kara iklimi hüküm sürer. Yağış pek azdır. Yıllık ortalama sıcaklık 10-13°C kadardır. Mevsimler ve gece ile gündüz arasındaki ısı farkı büyüktür. Kış ortalaması 5°C ve yaz ortalaması 29°C kadardır. Tipik bitki örtüsü step ve bozkırlardan oluşur. Amu-Derya Deltasında ise Akdeniz bitkileri görülür.
Nüfus
Karakalpakistan 1994 istatistiklerine göre 1.372.000 nüfusa sahiptir. 1924 yılına kadar ülke genelinde Ruslar pek az iken SSCB devrinde Rusya’dan pek çok Rus ve Stalin döneminde Kore’li göçmenler getirilmiştir.
Karakalpak Türklerinin % 92'si Karakapak Muhtar Cumhuriyetinde yaşamaktadır. Bunun dışında, Özbekistan'ın Harezm, Fergana bölgeleri, Türkmenistan'ın Taşauz bölgesi ve Kazakistan’ın bazı bölgeleri ile Rusya Federasyonu’nun Astrahan bölgelerinde de Karakalpak Topluluğu bulunmaktadır. Yine Afganistan’da 2000 kişi ve İran’da birkaç bin Karakalpak olduğu zannedilmektedir.
Karakalpak nüfusu 1979’dan günümüze %40 oranında artmıştır, nüfus oldukça gençtir. Kadın nüfusu erkeklerden oran itibariyle fazlalık gösterir. 2000 yılında Karakalpak nüfusunun yaklaşık 700.000 olması beklenmektedir. Yıllık artış oranı %3,96 olarak hesaplanmıştır.
Çok ilginçtir ki 30 Temmuz 1996 yılında Karakalpakistan’a yaptığım gezide bazı Karakalpak ilim adamlarının Türkiye’de de Karakalpak olduğunu savunduklarını gördüm. Bunun sebebinin muhtemelen Karapapaklar’la Karakalpaklar’ın karıştırılmasından ileri gelmesidir. Hâlbuki Türkiye’nin Kars, Ardahan, Çıldır, Arpaçay bölgelerinde yaşayan Karapapak’lar Azerbaycan camiasını teşkil eden Türk topluluklarından biridir. Karakalpak Türkleri’nin Türkiye ve Kafkasya’da yaşadıkları iddiasının doğru olmadığını düşünmekteyim.
Menşei ve Tarihi
Karakalpak Türkleri asılları itibariyle X-XII yüzyıllarda yaşayan Peçeneklerin ahfandındandılar. Tarihi kaynaklarda “Siyah Külahlılar” veya sadece “Külahlılar” adıyla geçmektedirler. XII-XIII. Yüzyıllarda Kıpçaklar’la beraber Moğollar’a tabi olmuşlardır. Karakalpak Türkleri eski Rus yıllıklarında “Çorniye klobuki”, Arap kaynaklarında “Karabörklü” adlarıyla anılırlar. Rus yıllıklarına göre Karakalpaklar; Uzlar, Peçenekler ve Hazarlar ile kardeş bir kavimdir. Rivayete göre Karakalpaklar’ın bir kısmı 11. yy’da Selçuklular’ın güney ve batıya doğru gerçekleştirdikleri yayılma eylemine katılmış, çoğunluğu ise Aral Denizi civarında kalmışlardır.
Karakalpak Türkleri, Tarihçi Reşidüddin’e göre Moğol istilası sırasında “Kavm-i külah-i siyah” adı ile biliniyorlardı. Yine Arap müelliflerinden En-Nuveyrri Altınordu Kıpçak kabileleri arasında “Kara-Börklü” adını taşıyan bir topluluktan bahsetmektedir.
Kara-Kalpak ismi, bu Türk kavminin ırk hususiyeti ile ilgili olmayıp, bunların yaşayış ve giyiniş tarzları ile alakalı diğer topluluklardan onları ayırmak için kullanılmış bir ad olmalıdır.
1917 ihtilalinden sonra Karakalpaklar 1918’de ilan edilen Türkistan Özerk Cumhuriyeti’ne dahil edildiler, 1920 yılında Hive Hanlığı tamamen Rusya’nın hakimiyetine girmiş, böylece burada bulunan diğer Karakalpaklar da Rus hakimiyetini kabul etmişlerdir. 1924’te burası Sovyetler Birliğine dahil edildi. 11 Mayıs 1925’te Rusya Federasyonu içinde oluşturulan Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin bir muhtar bölgesi haline getirilmiş, ancak bu muhtar bölge 20 Mart 1932’de Kazakistan’dan ayrılarak Rusya Federasyonu’na bağlı Karakalpak Özerk Cumhuriyetine dönüştürülmüştür. 5 Aralık 1936’da SSCB Anayasasına göre Özbekistan’a devredildi.
6 Haziran 1990’da Özbek SSC Yüksek Sovyeti tarafından “Bağısızlık Kararnamesi” kabul edildi. 31 Ağustos 1991’de Özbek Sovyeti bağımsızlık kararı aldı ve Kasım 1991’de Karakalpakistan, Özbekisan’a bağlı olmak kaydıyla bağınsızlığını ilan etti. 1 Eylül Tarihi Özbekistan ile birlikte Karakalpakistan’da da Bağımsızlık Bayramı olarak kutlanmaktadır. Bugün Karakalpakistan, Özbekistan’a bağlı muhtar bir cumhuriyettir.
Dil
Karakalpakça Kıpçak grubunun Kıpçak-Nogay bölümündendir. Ses ve söyleniş özellikleri bakımından şu hususlar ön plana çıkar; Vokal ahengi tamdır. Dudak benzeşmesi tam değildir. Bununla beraber Kırgızca da olduğu gibi ilerleyici yuvarlaklaşmalar görülür. (Sözgö:Söze) Yazı Dilleri bütün Türkistan ahalisinin XIX. yüzyılın sonuna kadar müşterek olarak kullandıkları Türkçe’dir. Konuşma dilleri Kazak-Kırgızca’ya çok yakındır.
Karakalpakça ilk defa Sovyet döneminde yazı dili haline gelmiş ve önce Arap harflerine dayalı bir alfabe geliştirilmiştir. Bu alfabenin günümüze kadar geçirdiği safhalar şu şekildedir;
1-1924-1932 Arap harfleri, değişikliğe uğramış alfabe
2-1928 Latin harfleri ilk alfabe
3-1932-1938 Latin harfleri,
4-1940-1957 Kril harfleri, ilk alfabe
5-1957 Kril harfleri, ikinci alfabe.
Üç Latin alfabesi arasındaki farklar oldukça azdır. Karakalpak halkının 1991'de istiklallerini elde etmelerinden sonra Rusça ikinci plana itilmiş, Rusça'nın etkisinden kurtulmak için Latin harflerine geçiş hızlandırılmaya çalışılmaktadır.
Din
Karakalpaklar sünni Hanefi mezhebindendirler. İslam dinini ne zaman kabul ettiklerin tam olarak bilinmemektedir. Ancak muhtemelen farklı bir etnik grup olarak ortaya çıktıkları 10 ile 13. yüzyıl arasında kabul etmişlerdir. Karakalpaklar dindarlıkları ile ünlüdür.
Nitekim Rus araştırmacıları da Karakalpaklar’ın Orta Asya’da yaşayan Türkler arasında dinine en çok bağlı topluluk olduklarını tesbit etmişlerdir. Nakşibendi, Kübrevi, Yesevi ve Kalenderi tarikatları bölgede oldukça etkilidir.
Bölgede en yaygın tarikat Kübreviliktir. Kurucusu Necmeddin-i Kübra’dır. (M.S. 1145-1221) Karakalpakistan’da bugün de halâ tasavvuf hala etkilidir. 1914 yılında 553 cami bulunmasına rağmen günümüzde bu camilerden fazla bir şey kalmamıştır. Nukus, Törtkül, Hocaeli ve Çimbay’da camiler mevcuttur.
Karakalpak Türk Edebiyatı
Karakalpak Türkleri’nin 20. yüzyıla kadar devam eden çok zengin bir halk edebiyatı bulunmaktadır. 17-18. Yüzyılın tarihî ve siyasî olaylarından kaynağını alan “Kırkkız Destanı” oldukça meşhurdur. Bunun dışında Alpamış, Kublam, Er Kuşay, Sayat Kan, Cengiz, Mest Padşa destanları ile diğer Türkistan Türkleri arasında da yaygın olan “Âşık Hemra”, “Tahir ile Zühre”hikâyeleri Karakalpak Edebiyatı’nda bütün canlılığı ile devam etmektedir.
Karakalpak Türkleri’nde yazılı edebiyat 18. Yüzyıldan sonra teşekkül etmeye başladı. Ancak bu ilk devre ait bilgi oldukça azdır.“Derbeder El” adlı destanıyla Ciyan Cirav’ın adı bugüne kadar gelmiştir.
19. yüzyılda Künhoca, Hacıniyaz, Bedak, Öteş Şair gibi önemli isimler yetişmiştir.
Boz Otağ adlı destanıyla kendinden sonra gelen şairleri de etkileyen Hacıniyaz, klasik Türk şiirinin üstâdları Nevâyî ve Fuzulî’yi, Türkmen Edebiyatı’ndan Mahtumgulı’yı, Farsça yazan Türk şairi Nizamî’yi ve İran şairi Fidevsî’yi yakından tanımaktaydı.
Amangeldi, Ernazar Big adlı destanları ve Ahmak Padşa adlı mesnevisi ile tanınan Berdak da Nevâyî’yi, Fuzulî’yi ve Mahtumgulı’yı okumuştur.
Berdak’ın yakın dostu ve takipçisi olan Öteş Şair sosyal bozuklukları ele almıştır. 19. Yüzyılda istilacı Ruslar’a karşı söylediği millî temaları işleyen şiirleri, baskıcı politikalar sebebiyle dış dünyaya yansımamıştır.
Sıdık Şair (1857-1917), Ömer Sügirimbetoğlu (1879-1922), Kulmurad (1838-1927) eski ile yeni edebiyat arasında bağlar kurarak yeni bir çığır açarlar. Bu dönemde yetişen sanatçılar, şiirin yanında piyes, hikâye gibi yeni türleri de denemişler; gazete ve dergi çıkarmışlardır. Karakalpakistan’ın 5 Aralık 1936 tarihinde Özbekistan’a bağlanmasından sonra, Türkistan Türklüğü üzerinde etkili olan “Basmacılık Hareketi”, Karakalpak Türkleri arasında da milliyetçi bir edebiyat anlayışını ortaya çıkarmıştır.
Abbas Debilov (1898-1970), Seyfulgabit Macitov (1856-1938) ve Hıdırniyaz gibi şairler bu hareketten etkilenmişlerdir. Ancak sosyalizmin tam olarak yerleşmesinden sonra A. Debilov, S. Macitov gibi şairlerin de katıldığı Sovyet şiiri anlayışı ön plâna çıkmıştır. Bu anlayışa bağlı eser veren sanatçılar; eski-yeni kavgası, Sovyet rejiminin kuruluşu, din ve zenginler aleyhine faaliyetler, okul ve eğitim işleri, kadın hakları gibi konuları işlediler.
İlk Karakalpak Sovyet edebî neslinin yetişmesinde Erkin Karakalpak gazetesin payı büyük olmuştur. Yeni bir “Sovyet insan tipi” ve “Sovyet Cemiyeti” kurulması konusunda büyük çabaların sarfedildiği bu dönemde Sovyetler Birliği’nin hakimiyeti altına giren diğer Türk topluluklarının edebiyatlarında olduğu gibi Karakalpak Edebiyatı’nda da Maksim Gorki’nin ve Mayakovski’nin derin tesirleri olmuştur. Bu dönemde eser veren bazı isimler de şunlardır: Ernazar alaköz, Culmurza Aymurzayev, Emet Şahmuradov, Seper Hoca Niyaz, Bayniyaz Kaipnazarov, Keremeddin Sultanov vb. Bu yazarların şiir yanında; özellikle dramaya, hikâye ve romana ağırlık verdikleri görülür.
İdil Bulgar Devleti...
İdil Bulgar Devleti
İ

Önceleri Göktürk Hanlığı'nın idaresinde yaşayan Bulgarlar, 630'da bu devletin fetreti üzerine Büyük Bulgarya Devleti'ni kurdular. Ancak bu devlet kısa bir süre sonra komşu Hazar Hakanlığı tarafından ortadan kaldırıldı. Bunun üzerine Asparuh idaresindeki Bulgarlar, Tuna'ya doğru yönelerek Balkanlara girip 670'li senelerde Tuna Bulgar Devleti'ni kurdular. Tuna Bulgarları bir süre sonra Slavlarla karıştılar ve 864 senesinde, Boris Han'ın Ortodoksluğu resmen kabulüyle de Hristiyan oldular. Bugünkü Balkanlarda yaşayan Bulgarlar bunların soyundandır.
Bulgarlar Arasında İslamiyet Yayılmaya Başladı
Bulgarların bir kısmı ise, İdil ve Kama nehirlerinin birleştiği sahaya yerleşmişlerdi. İdil Bulgarları burada bölgenin yerli halkı Finugarları ve öteki Türk topluluklarını da idareleri altına alarak bir devlet kurdular. Bu devletin ilk devirleri hakkında kaynaklarda kesin bir bilgi yoktur. Bulgar tüccarlarının Harezm'de ve Sâmânî ülkesinde Müslüman tüccarlarla temasları, Harezmlilerin de onların ülkelerine gitmeleri neticesinde, ülke topraklarında İslâm dîni ve kültürü yayılmaya başladı. 900'lü senelerde Bulgarlar arasında İslâmiyet'i kabul edenlerin sayısı çoğunluktaydı.
Sultan Şekkey'in oğlu İlteber Almış'ın, başa geçtikten sonra gördüğü bir rüya üzerine İslâmiyet'i kabul etmesiyle İdil Bulgar Devleti'nin resmî dîni İslâmiyet oldu. Almış Han 1920'de Abbasî halîfesine din âlimi ve mimarlar göndermesi için ricada bulundu. Bunun yanında ismini, Emir Cafer bin Abdullah olarak değiştirdi. Bu heyet 922 senesinde Bulgar ülkesine ulaştı ve o andan îtibâren Bulgar Devleti, Abbasî halîfelerine bağlı bir Müslüman ülkesi, Bulgarlar ise Doğu Avrupa'da Türk-İslâm kültürünün ilk temsilcisi durumuna geldi. Sikkelerden anlaşıldığına göre, Cafer'den sonra yerine oğlu Mikâil geçti. Ona da Tâlib bin Ahmed, Mü'min bin Ahmed ve Mü'min bin el Hasen halef oldular.
Bulgarlar, Hazar Hakanlığının 965 senesinde yıkılmasına kadar, bu devlete tâbi idi ve Hazarlara vergi veriyordu. Bu devletin yıkıl-masından sonra müstakil bir devlet durumuna geldiler. 985 senesinde Rus Kiev Prensliği, Bulgar topraklarını işgal etti ise de bir süre sonra geri çekildi. Daha sonra Bulgarlar ve Ruslar arasında münâsebetler gelişti ve 1006 senesinde iki devlet arasında bir ticâret antlaşması yapıldı. Fakat on birinci asrın sonlarına doğru kuzeydeki kürk ticâreti yüzünden iki devlet arasında devamlı süren savaşlar başladı. Bu savaşlar on üçüncü asra ve Moğolların ortaya çıkışına kadar devam etti.
Moğolların İstilasına Uğradı
Moğollar, Kalka nehri kıyısında Rusları yendikten sonra (1224) doğuya dönerken, Bulgarların tuzağına düşerek ağır kayıplar verdiler. Bunun intikamını almak isteyen Batu Han, ordusuyla Bulgarlar üzerine yürüdü. Moğol ordusu 1236'da Bulgar topraklarına girdi, köyleri ve şehirleri yıktığı gibi elli bin nüfuslu başşehirlerini de tarumar etti.
Batu Han'ın, Deşt-i Kıpçak bölgesinde kurduğu Altınordu Devleti zamanında Bulgarlar, bir dereceye kadar bağımsızlıklarını muhafaza ettiler. Bu arada başşehirleri olan Bulgar şehri kısa zamanda eski hâ-line kavuşturuldu. Bulgarlar, zaman zaman Altınordu Devleti'ne baş kaldırıyorlardı. Altınordu Han'ı Pulat Tîmûr 1361 senesinde Bulgarları cezalandırmak için ülke topraklarına girip çeşitli tahribatlar yaparak geri çekildi.
Tîmûr Han'ın, 1391 ve 1395 yıllarında Altınordu Devleti'ne karşı yaptığı seferlerden Bulgarlar da etkilendi, İdil Bulgarları, 1399'da Ruslarla yaptıkları savaşı kaybedince, dağıldılar. Halkın büyük kısmı Kama nehrinin kuzeyindeki Kazan nehri boyunca göç ederek buralara yerleştiler ve bölgeyi tamâ-miyle Türkleştirdiler. 1437 senesinde kurulan Kazan Hanlığı'nın esas nüfûsunu Bulgar-Kıpçak karışımı Müslüman halk meydana getirmekteydi. Bugün de bu Müslüman Bulgarlar; "Kazan Türkleri" veya; "Şimal Türkleri" diye anılmaktadır.
Bulgarlar, onuncu asrın başlarında diğer Türk kabileleri gibi göçebe ola-rak yaşıyorlardı. Kısa bir zaman içinde yerleşik hayâta geçerek, zirâatla uğraşmaya başladılar ve aynı asrın sonlarında usta birer çiftçi oldular. Başlıca tarım ürünleri; ak darı, buğday ve arpa idi. Bunun yanında Orta İdil sahası, ulaşım bakımından kuzey bölgelerini Orta Asya'ya bağlayan büyük kervan yolları üzerindeydi. Bu durum, İdil Bulgarlarının büyük ölçüde, ticâret ile uğraşmalarına imkân sağladı. Devletin başşehri olan Bulgar şehri, Doğu Avrupa'nın en önemli ticâret merkezi hâline geldi. Bulgar Türkleri kuyumculukta da ileri idiler. Bu sanattaki ustalıkları İsveç'e kadar bütün batı Slavları sahasında tesirini göstermiştir.
Sultan II.Abdülhamit Han Türbesi (Dedesi Sultan II.Mahmud Türbesi içinde) ve yaptırdığı Eserlerden bazıları...

Haydarpaşa Garı

Ayastefanos Antlaşmasının imzalandığı Konak

Sirkeci Tren İstasyonu

Hicaz Tren İstasyonu (Eski Görüntü)

Hicaz Tren İstasyonu
Hicaz Demiryolu Ve Sultan II.Abdülhamid Han , Ahmed Demirbilek...

Hicaz Demiryolu Ve Sultan II.Abdülhamid Han
Ahmed Demirbilek
Tarihimiz konusunda ne zihinlerimiz yeterli berraklığa sahip, ne de biz bu berraklığı sağlamaya yetecek bilgiye sahibiz. Bunun en çarpıcı misallerinden birini, boynu bükük “Osmanlı Demiryolu Tarihi”nde müşahede ederiz. Günümüzde artan trafik kazaları ve bunun meydana getirdiği maddi ve manevi kayıplar, demiryollarını tekrar gündeme getirmiştir. 21. yüzyılın eşiğinde hâlâ karayolu ulaşımının bize verdiği zararları tartışırken, gelişmiş ülkelerin hemen hepsinde en önemli ulaşım vasıtası olan demiryollarına ne kadar önem verildiği ortadadır. Benzer bir şekilde, ülkemizde de bir asır önce demiryoluna ne kadar ehemmiyet verildiği ve bugün mevcut olan hatların yaklaşık yarısının inşa edildiği göz önüne alınırsa, bu hatların inşasında çok büyük katkısı olan Sultan II. Abdülhamid’in nasıl bir hizmet şuuruna sahip bir devlet adamı olduğu ortaya çıkacaktır.
Sultan II. Abdülhamid Han tahta çıkar çıkmaz, büyük eğitim hamleleri yapmış, birçok okullar açmış ve o gün için dünyanın en iyi haberleşme sistemi olan telgraf hatlarıyla, 1800’lü yılların son çeyreğinde ülkeyi baştan sona donatmıştı. Demiryolları onun en büyük rüyâlarından biriydi. Rumeli, Hicaz ve Anadolu-Bağdat demiryollarının inşası da en büyük projeleri arasındaydı. Dünyada, demiryolu ilk defa, 27 Eylül 1825’te İngiltere’de, işadamı Edward Pease’in Stocton-Darlington Railway Company adlı şirketinin mali katkılarıyla, George Stephenson tarafından Stocton ve Darlington arasında yapılmışken, bu tarihten yaklaşık otuz yıl sonra, Osmanlı Devletinde de demiryolu çalışmalarına başlanmıştır.
Sultan II. Abdülhamid Han, 1876’da padişah olduğunda, devletin 300 milyon altın liraya yakın dış borcu vardı ve çeşitli iç sorunlarla karşı karşıya idi. Bütün bu menfi şartlara rağmen dahilî ve malî sıkıntıları halletmeye çalışan Sultan, bu arada demiryollarının ekonomik ve siyasi önemini çok iyi kavramış ve Osmanlı topraklarında demiryollarını yaygınlaştırmak için yabancı devletlere çeşitli imtiyazlar tanıyarak, demiryolu yapımını teşvik etmiştir.
Osmanlı Devleti’nde demiryolunun yaygınlaştığı ve demiryolu yatırımının en çok yapıldığı dönem, II. Abdülhamid devridir. 1889- 1898 döneminde, 5350 km’lik demiryolu inşası için izin verilmiştir. Bu rakamın, günümüzde mevcut olan demiryolu uzunluğunun yarısından fazla olduğu düşünülürse, o günkü şartlarda ve teknolojik imkânlarla yapılan bu yatırımın ne kadar büyük ve önemli olduğu ortaya çıkmaktadır.
Aynı zamanda, bütün dünya müslümanlarının halifesi olan II. Abdülhamid Han, İslam’ın şartlarından olan ‘Hac’ farizasını yerine getirmek için her yıl Hicaza giden binlerce hacının, develeriyle 60 °C’ye varan sıcaklık altında, çöl yollarında; susuzluk, bulaşıcı hastalıklar, eşkıyalar vb. zorluklarla karşı karşıya olduğunu, bu yolların emniyet ve asayişini sağlamak için ise, devletin büyük malî ve askerî fedakârlıklarda bulunduğunu biliyordu. Hicaz için bütün bu problemleri halledecek ve buradaki müslümanlarla Anadolu arasında bir köprü vazifesi görecek, ayrıca devletin saygınlığını İslâm dünyasında artıracak, bölgedeki denetimi güçlendirecek ve Süveyş Kanalı’nın yerini tutabilecek stratejik bir demiryolu projesini uygulamaya koymayı düşünüyordu. Sultan II. Abdülhamid’in hâtıratında da; “Çok eskiden beri hayâl ettiğim Hicaz demiryolu nihayet hakikât oluyor. Bu yol Osmanlı Devleti için sadece iktisadi bakımdan büyük fayda getirmekle kalmayacak, aynı zamanda oradaki kuvvetimizi sağlamlaştırmaya da yarayacağından, askeri bakımdan da çok ehemmiyetli olacaktır..” diye bahsettiği ve bugün milli sınırlarımız dışında bulunan Hicaz demiryolu projesinin gerçekleştirilmesi, bütün müslümanların halifesi olan II. Abdülhamid’e yakışan bir yatırımdı. 1 Mayıs 1900’de irâdesi çıkarılan proje için başta halifenin kendisi 2.5 milyon altın olmak üzere, devletin sivil ve askeri memurları, aylıklarının %10’unu (harik ianesi) vermişlerdir. Bu iş için halktan kurban derisi toplanmış, posta pulları, damga kağıtları, ilmühaberler ve madalyalar(*) bastırılmıştır. Müslümanlar arasında örnek bir dayanışma örneği olarak; Mısır Hidivi, İran Şahı, Haydarabat Nizamı, Okyanus adalarındaki müslümanlar, özellikle bugünkü Pakistanı oluşturan Hint müslümanları, Afganistan, Fas, Muskat, Kırım olmak üzere bütün dünya müslümanları büyük maddi bağışlarda bulunmuşlardır. Sadece İslâm dünyasınca yapılan bu yardımlar, “Hicaz Şimendifer Hattı İanesi”nde toplanmıştır. Bu kadar büyük bir bağış kampanyasını başarıyla yürüten II. Abdülhamid Hanın yakından ilgilendiği bu demiryolu inşaatına, 1903 yılı Ekim’inde başlandı. İnşaatın güvenliği için aynı yıl İstanbul’da ilk kez iki taburluk demiryolu askerliği sınıfı açıldı. 1050 mm genişliğindeki demiryolu hattı beş yılda tamamlandı. (**) Toplam uzunluğu 1464 km olan bu yolun 1300 km’lik Şam-Medine arasına öncelik tanındı. Hicaz demiryolu inşaatında çalışan işçilerle teknik elemanlar yalnızca müslümanlardan seçilmişti. Ayrıca ray ve benzeri malzemeler İstanbul tersanelerinde üretilmiş, traversler ise Toros ve Amanos dağlarındaki ağaç kütüklerinden sağlanmıştı. Issız, çorak, susuz ve kumlu çöllerde, hat boyundaki er ve subaylarımız, demiryolu yapılmasına karşı çıkan ve engellemeye çalışan eşkıya ile mücadele uğruna pekçok şehit vermişlerdi; kilometrelerce uzayıp giden demiryolu güzergâhı onlara adeta meçhul birer mezar olmuştu. Demiryolu inşaatında çalışan nezih Anadolu çocukları, çöllerde alev gibi yakan güneş altında kızgın rayları elleriyle tutamaz, başlarındaki kabalakları (serpuş) eldiven gibi kullanırlardı. Başı açık olanlardan güneş çarpmasından dolayı oracıkta ölenler de olurdu. Su bulunan yerler azdı. Şam’dan özel olarak sarnıç vagonlarıyla su getirilir, haftada bir kez dağıtılırdı. Bu sular Der’a, Afule, Medan-ı Salih gibi yerlerde, depo ve mahzenlerde saklanırdı. Bütün bu yoksulluğa, acılara, meşakkate ve perişanlığa karşı mücadele eden erlerimizi, subaylarımızı, demiryolcu memur ve işçilerimizi ayakta diri tutan güç, böyle kutsal ve manevî yönü büyük olan bir işte görev almanın verdiği moral ve Gül-ü Muhammed (s.a.s) sevgisi idi.
Hicaz projelerinde; 1904’de Hvyran, 1905’de Beyrut ve Hayfa, 1908’de Medine Garajına ulaşıldı. II. Abdülhamid Han, demiryolu hattı mukaddes belde Medine’ye ulaşınca, Resulullah’ın rûhaniyetini rahatsız etmemek için rayların altına keçe döşenmesini istemiş, hatta 5-6 km’lik bir güzergahta sessiz lokomotifler çalıştırılmasını emretmiştir. Hicaz hattı 27 Ağustos 1908 tarihinde ilk trenin Şamdan hareketiyle açıldı. Özel olarak hazırlanan bu tren- de devlet erkânı, davetliler, yerli-yabancı gazeteciler bulunuyordu. Trenin hızı o döneme göre mükemmel sayılan 40-60 km/s arasında idi.
Açılışından 8 yıl sonra, 1916’da bu hatlar İngiliz casusu Thomas Edward Lawrance’in örgütlediği Araplar tarafından, Maan-Medine arasındaki 680 km’lik kısmı bombalanarak tahrip edilmiştir. Ayrıca I. Dünya Savaşı’nda da tahribata uğramıştır. Bu yollardan kalan ray ve traversleri getirenlere İngilizler para ikramiyeleri vermişlerdir. Bugün Medine’de bahçe korkuluğu yapılmış travers ve raylara rastlanmakta ve Ambariye Köprüsü, Medine İstasyonu ve Camii ile kömürlü (buharlı) lokomotif ve ahşap vagonlar hâlâ mahzun, boynu bükük Osmanlı izleri olarak yıkılmaya ve çürümeye terkedilmiş, adeta unutturulmak istenen bir tarih gibi durmaktadır.
Dipnotlar
* Hicaz Demiryolları Madalyaları:
Hamidiye-Hicaz Demiryolu Madalyası:
Ön yüzünde defne dalından bir çelenk içinde II. Abdülhamid’in “el-Gazi” tuğrası, altta lokomotif resmi, arka yüzünde ise “Hamidiye—Hicaz Demiryolu’na hizmet eden hamiyetmedana mahsus madalyadır.” yazısı bulunmaktadır.
Maan Mevkiinin Resmiküşadlı Madalyası: Demiryolunun Maan’a kadar olan bölümünün açılışı dolayısıyla çıkarılmıştır. Ön yüzünde üstte tuğra ve lokomotif resmi, arka yüzünde “Hamidiye-Hicaz Demiryolu Maan mevkiinin resmi küşadı yadigârı 1322 (1904).” yazısı bulunmaktadır.
Hicaz Demiryolunun Medine-i Münevvere Mevkii Madalyası: Ön yüzünde tünelden çıkan tren resmi ile tuğra altında sene 1326 (1908) yazısı ve hurma ağaçları resmi bulunmaktadır. Arka yüzünde “Hamidiye-Hicaz Demiryolu’nun Medine-i Münevvere mevkiine ve Aynüzzerka suyun un demir borularla Belde-i Tahire’ye is’ali Hamidiye Camii şerifinin hitamı inşası ve Haremi melaiki huddam Hazreti Risalert Penahide Ziyai Kehrubai is’ali hatırası olmak üzere bu babda hidematı sebk edenlere nişane-i mefharettir.” yazısı bulunmaktadır. (Madalyaların resimleri; Dr. Ufuk Gülsoy’un “Hicaz Demiryolu” isimli eserinden alınmıştır.)
** Standart açıklık 1435 mm’dir. Bu yolun dar açıklıklı yapılmasının sebebi; bu beldeye sadece Osmanlı Devleti’nin imal ettiği lokomotiflerin girmesinin sağlanması ve hangi amaçla olursa olsun yabancı lokomotif ve vagonların girmesinin önlenmesiydi.
Kaynaklar:
1. “Kardelen”, Sayı 6-7- 8-9-10, 1994-1995 (Demiryolu Meslek Okulu Mez. Der. Yayını).
2. ”Demiryolcu”,Sayı 8, Ekim 93.
3. Aydın Talay, Eserleriyle ve Hizmetleriyle Sultan Abdülhamid. Risale Yay., Şubat 95, İst.
4. Demirbilek Ahmet, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi YTÜ. Şubat 96, İst.
Ahmed Demirbilek
Tarihimiz konusunda ne zihinlerimiz yeterli berraklığa sahip, ne de biz bu berraklığı sağlamaya yetecek bilgiye sahibiz. Bunun en çarpıcı misallerinden birini, boynu bükük “Osmanlı Demiryolu Tarihi”nde müşahede ederiz. Günümüzde artan trafik kazaları ve bunun meydana getirdiği maddi ve manevi kayıplar, demiryollarını tekrar gündeme getirmiştir. 21. yüzyılın eşiğinde hâlâ karayolu ulaşımının bize verdiği zararları tartışırken, gelişmiş ülkelerin hemen hepsinde en önemli ulaşım vasıtası olan demiryollarına ne kadar önem verildiği ortadadır. Benzer bir şekilde, ülkemizde de bir asır önce demiryoluna ne kadar ehemmiyet verildiği ve bugün mevcut olan hatların yaklaşık yarısının inşa edildiği göz önüne alınırsa, bu hatların inşasında çok büyük katkısı olan Sultan II. Abdülhamid’in nasıl bir hizmet şuuruna sahip bir devlet adamı olduğu ortaya çıkacaktır.
Sultan II. Abdülhamid Han tahta çıkar çıkmaz, büyük eğitim hamleleri yapmış, birçok okullar açmış ve o gün için dünyanın en iyi haberleşme sistemi olan telgraf hatlarıyla, 1800’lü yılların son çeyreğinde ülkeyi baştan sona donatmıştı. Demiryolları onun en büyük rüyâlarından biriydi. Rumeli, Hicaz ve Anadolu-Bağdat demiryollarının inşası da en büyük projeleri arasındaydı. Dünyada, demiryolu ilk defa, 27 Eylül 1825’te İngiltere’de, işadamı Edward Pease’in Stocton-Darlington Railway Company adlı şirketinin mali katkılarıyla, George Stephenson tarafından Stocton ve Darlington arasında yapılmışken, bu tarihten yaklaşık otuz yıl sonra, Osmanlı Devletinde de demiryolu çalışmalarına başlanmıştır.
Sultan II. Abdülhamid Han, 1876’da padişah olduğunda, devletin 300 milyon altın liraya yakın dış borcu vardı ve çeşitli iç sorunlarla karşı karşıya idi. Bütün bu menfi şartlara rağmen dahilî ve malî sıkıntıları halletmeye çalışan Sultan, bu arada demiryollarının ekonomik ve siyasi önemini çok iyi kavramış ve Osmanlı topraklarında demiryollarını yaygınlaştırmak için yabancı devletlere çeşitli imtiyazlar tanıyarak, demiryolu yapımını teşvik etmiştir.
Osmanlı Devleti’nde demiryolunun yaygınlaştığı ve demiryolu yatırımının en çok yapıldığı dönem, II. Abdülhamid devridir. 1889- 1898 döneminde, 5350 km’lik demiryolu inşası için izin verilmiştir. Bu rakamın, günümüzde mevcut olan demiryolu uzunluğunun yarısından fazla olduğu düşünülürse, o günkü şartlarda ve teknolojik imkânlarla yapılan bu yatırımın ne kadar büyük ve önemli olduğu ortaya çıkmaktadır.
Aynı zamanda, bütün dünya müslümanlarının halifesi olan II. Abdülhamid Han, İslam’ın şartlarından olan ‘Hac’ farizasını yerine getirmek için her yıl Hicaza giden binlerce hacının, develeriyle 60 °C’ye varan sıcaklık altında, çöl yollarında; susuzluk, bulaşıcı hastalıklar, eşkıyalar vb. zorluklarla karşı karşıya olduğunu, bu yolların emniyet ve asayişini sağlamak için ise, devletin büyük malî ve askerî fedakârlıklarda bulunduğunu biliyordu. Hicaz için bütün bu problemleri halledecek ve buradaki müslümanlarla Anadolu arasında bir köprü vazifesi görecek, ayrıca devletin saygınlığını İslâm dünyasında artıracak, bölgedeki denetimi güçlendirecek ve Süveyş Kanalı’nın yerini tutabilecek stratejik bir demiryolu projesini uygulamaya koymayı düşünüyordu. Sultan II. Abdülhamid’in hâtıratında da; “Çok eskiden beri hayâl ettiğim Hicaz demiryolu nihayet hakikât oluyor. Bu yol Osmanlı Devleti için sadece iktisadi bakımdan büyük fayda getirmekle kalmayacak, aynı zamanda oradaki kuvvetimizi sağlamlaştırmaya da yarayacağından, askeri bakımdan da çok ehemmiyetli olacaktır..” diye bahsettiği ve bugün milli sınırlarımız dışında bulunan Hicaz demiryolu projesinin gerçekleştirilmesi, bütün müslümanların halifesi olan II. Abdülhamid’e yakışan bir yatırımdı. 1 Mayıs 1900’de irâdesi çıkarılan proje için başta halifenin kendisi 2.5 milyon altın olmak üzere, devletin sivil ve askeri memurları, aylıklarının %10’unu (harik ianesi) vermişlerdir. Bu iş için halktan kurban derisi toplanmış, posta pulları, damga kağıtları, ilmühaberler ve madalyalar(*) bastırılmıştır. Müslümanlar arasında örnek bir dayanışma örneği olarak; Mısır Hidivi, İran Şahı, Haydarabat Nizamı, Okyanus adalarındaki müslümanlar, özellikle bugünkü Pakistanı oluşturan Hint müslümanları, Afganistan, Fas, Muskat, Kırım olmak üzere bütün dünya müslümanları büyük maddi bağışlarda bulunmuşlardır. Sadece İslâm dünyasınca yapılan bu yardımlar, “Hicaz Şimendifer Hattı İanesi”nde toplanmıştır. Bu kadar büyük bir bağış kampanyasını başarıyla yürüten II. Abdülhamid Hanın yakından ilgilendiği bu demiryolu inşaatına, 1903 yılı Ekim’inde başlandı. İnşaatın güvenliği için aynı yıl İstanbul’da ilk kez iki taburluk demiryolu askerliği sınıfı açıldı. 1050 mm genişliğindeki demiryolu hattı beş yılda tamamlandı. (**) Toplam uzunluğu 1464 km olan bu yolun 1300 km’lik Şam-Medine arasına öncelik tanındı. Hicaz demiryolu inşaatında çalışan işçilerle teknik elemanlar yalnızca müslümanlardan seçilmişti. Ayrıca ray ve benzeri malzemeler İstanbul tersanelerinde üretilmiş, traversler ise Toros ve Amanos dağlarındaki ağaç kütüklerinden sağlanmıştı. Issız, çorak, susuz ve kumlu çöllerde, hat boyundaki er ve subaylarımız, demiryolu yapılmasına karşı çıkan ve engellemeye çalışan eşkıya ile mücadele uğruna pekçok şehit vermişlerdi; kilometrelerce uzayıp giden demiryolu güzergâhı onlara adeta meçhul birer mezar olmuştu. Demiryolu inşaatında çalışan nezih Anadolu çocukları, çöllerde alev gibi yakan güneş altında kızgın rayları elleriyle tutamaz, başlarındaki kabalakları (serpuş) eldiven gibi kullanırlardı. Başı açık olanlardan güneş çarpmasından dolayı oracıkta ölenler de olurdu. Su bulunan yerler azdı. Şam’dan özel olarak sarnıç vagonlarıyla su getirilir, haftada bir kez dağıtılırdı. Bu sular Der’a, Afule, Medan-ı Salih gibi yerlerde, depo ve mahzenlerde saklanırdı. Bütün bu yoksulluğa, acılara, meşakkate ve perişanlığa karşı mücadele eden erlerimizi, subaylarımızı, demiryolcu memur ve işçilerimizi ayakta diri tutan güç, böyle kutsal ve manevî yönü büyük olan bir işte görev almanın verdiği moral ve Gül-ü Muhammed (s.a.s) sevgisi idi.
Hicaz projelerinde; 1904’de Hvyran, 1905’de Beyrut ve Hayfa, 1908’de Medine Garajına ulaşıldı. II. Abdülhamid Han, demiryolu hattı mukaddes belde Medine’ye ulaşınca, Resulullah’ın rûhaniyetini rahatsız etmemek için rayların altına keçe döşenmesini istemiş, hatta 5-6 km’lik bir güzergahta sessiz lokomotifler çalıştırılmasını emretmiştir. Hicaz hattı 27 Ağustos 1908 tarihinde ilk trenin Şamdan hareketiyle açıldı. Özel olarak hazırlanan bu tren- de devlet erkânı, davetliler, yerli-yabancı gazeteciler bulunuyordu. Trenin hızı o döneme göre mükemmel sayılan 40-60 km/s arasında idi.
Açılışından 8 yıl sonra, 1916’da bu hatlar İngiliz casusu Thomas Edward Lawrance’in örgütlediği Araplar tarafından, Maan-Medine arasındaki 680 km’lik kısmı bombalanarak tahrip edilmiştir. Ayrıca I. Dünya Savaşı’nda da tahribata uğramıştır. Bu yollardan kalan ray ve traversleri getirenlere İngilizler para ikramiyeleri vermişlerdir. Bugün Medine’de bahçe korkuluğu yapılmış travers ve raylara rastlanmakta ve Ambariye Köprüsü, Medine İstasyonu ve Camii ile kömürlü (buharlı) lokomotif ve ahşap vagonlar hâlâ mahzun, boynu bükük Osmanlı izleri olarak yıkılmaya ve çürümeye terkedilmiş, adeta unutturulmak istenen bir tarih gibi durmaktadır.
Dipnotlar
* Hicaz Demiryolları Madalyaları:
Hamidiye-Hicaz Demiryolu Madalyası:
Ön yüzünde defne dalından bir çelenk içinde II. Abdülhamid’in “el-Gazi” tuğrası, altta lokomotif resmi, arka yüzünde ise “Hamidiye—Hicaz Demiryolu’na hizmet eden hamiyetmedana mahsus madalyadır.” yazısı bulunmaktadır.
Maan Mevkiinin Resmiküşadlı Madalyası: Demiryolunun Maan’a kadar olan bölümünün açılışı dolayısıyla çıkarılmıştır. Ön yüzünde üstte tuğra ve lokomotif resmi, arka yüzünde “Hamidiye-Hicaz Demiryolu Maan mevkiinin resmi küşadı yadigârı 1322 (1904).” yazısı bulunmaktadır.
Hicaz Demiryolunun Medine-i Münevvere Mevkii Madalyası: Ön yüzünde tünelden çıkan tren resmi ile tuğra altında sene 1326 (1908) yazısı ve hurma ağaçları resmi bulunmaktadır. Arka yüzünde “Hamidiye-Hicaz Demiryolu’nun Medine-i Münevvere mevkiine ve Aynüzzerka suyun un demir borularla Belde-i Tahire’ye is’ali Hamidiye Camii şerifinin hitamı inşası ve Haremi melaiki huddam Hazreti Risalert Penahide Ziyai Kehrubai is’ali hatırası olmak üzere bu babda hidematı sebk edenlere nişane-i mefharettir.” yazısı bulunmaktadır. (Madalyaların resimleri; Dr. Ufuk Gülsoy’un “Hicaz Demiryolu” isimli eserinden alınmıştır.)
** Standart açıklık 1435 mm’dir. Bu yolun dar açıklıklı yapılmasının sebebi; bu beldeye sadece Osmanlı Devleti’nin imal ettiği lokomotiflerin girmesinin sağlanması ve hangi amaçla olursa olsun yabancı lokomotif ve vagonların girmesinin önlenmesiydi.
Kaynaklar:
1. “Kardelen”, Sayı 6-7- 8-9-10, 1994-1995 (Demiryolu Meslek Okulu Mez. Der. Yayını).
2. ”Demiryolcu”,Sayı 8, Ekim 93.
3. Aydın Talay, Eserleriyle ve Hizmetleriyle Sultan Abdülhamid. Risale Yay., Şubat 95, İst.
4. Demirbilek Ahmet, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi YTÜ. Şubat 96, İst.
Balkan mağlubiyeti hakkında bilmemiz gerekenler...

Balkan mağlubiyeti hakkında bilmemiz gerekenler
Okutulması ve iyi anlatılması gereken mağlubiyetler vardır ki, iyi tahlil edildiğinde zaferleri ve başarıları öğretmiş olmaktan daha müsbet sonuçlar doğurur. Tarih eğitimimizde Balkan hezimeti, üstü küllenmesi gereken, arızi bir başarısızlık gibi gösterilmektedir ve bu tutum yanlıştır. Bu mağlubiyet, âdeta bir destan tâlim edercesine okutulmalı, bütün detaylarıyla öğretilmelidir.
İvo Andriç, meşhur eseri ‘Drina Köprüsü’nde, Türkiye’nin uğradığı Balkan Harbi felâketi’nin Vişegrad kasabasında nasıl algılandığını tasvir ediyor. Vişegrad kasabası, ortasında meşhur köprünün yer aldığı ve roman karakterinin yaşadığı yerdir.
Diyor ki İvo Andriç...
“Uvats’da, Avusturya-Macaristan ile Türkiye arasındaki sınırın ayrıldığı yerden aynı isimde bir çay geçiyordu. Çayın üstündeki köprü ise Avusturya ile Türk karakolunu birbirinden ayırıyordu. İşte bu köprünün başında bir Türk subayı ile bir bölük asker göründü ve Avusturya tarafına geçti. Subay teatral bir jestle kılıcını köprünün korkuluğuna vurarak kırdı, sonra da Avusturya jandarmalarına teslim oldu.
Aynı anda tepeden aşağı grili Sırp piyadeleri indi, Bosna ile Sancak arasındaki eski hudut boyuna yerleşti. Eski tarzda donatılmış Türk askerinin yerini aldı. Artık Avusturya, Türkiye, Sırbistan arasındaki sınır noktası kaybolmuştu. Daha dün Vişegrad’ın onbeş kilometre ötesinde bulunan Türk sınırı bin kilometreden fazla gerilemiş, Edirne’nin ötesinde bir yere çekilmişti.”
Balkan Savaşı, bırakınız tarih derslerinin içinde bir konu olarak üzerinde durulmayı, başlıbaşına bir ders ismi olacak derecede önemli sonuçlar doğurmuş bir felâketti. ‘Modern Türkiye’yi doğuran dizi olayların içinde Balkan Savaşı ayrıca çok önemli bir yere sahiptir.
Bu savaş, hep kahramanlığıyla, vuruşkanlığıyla, cesaret ve metâneti ile tanınmış Türk Ordusu’nun uğradığı en zelîl, en berbat ve en kat’i mağlubiyeti teşkil eder. Öyle ki, dört küçük ve önemsiz Balkan devletinin ilk defa kendi aralarında çekişmeyi bırakıp ittifak ettikleri ve Osmanlı Devleti’ne karşı savaş açtığı duyulduğunda, Batı dünyasının ağabeyleri, yani “Düvel-i Muazzama” hemen harekete geçerek, bu savaş sonucunda oluşabilecek sınır değişikliklerini tanımayacaklarını açıklamışlardı. Bu kararın anlamı o gün için şuydu: Düvel-i Muazzama savaşı kesinlikle Osmanlılar’ın kazanacağını hesab ediyor ve Balkanlarda yeniden genişlemelerine müsaade etmeyeceğini peşinen açıklıyordu. 1897 Osmanlı-Yunan Harbi’nde de öyle olmuştu. Yunan birliklerini Dömeke mevzilerinde perişan eden Osmanlı ordusunun zaferi siyasi sonuçlara dönüştürülmemiş ve Türkler lehine sınır değişikliğine gidilmemişti. Bu askerî zaferin Osmanlılara kârı, Sultan Abdülhamid’in kazandığı “Gazi” unvanına ilâveten kamuoyunda morallerin düzelmesinden ibaret kalmıştı.
Ne var ki beklenenin aksine Osmanlı ordusu -üstelik kâğıt üstünde tek başına dört rakibinden daha üstün nitelikler sergilemesine rağmen- feci bir mağlubiyete uğradı. Bu mağlubiyetin başlıca ve en önemli sebebi, ordu içinde siyasi kamplaşmanın husule getirdiği zaaftır. İyi donatımlı, karnı tok, sırtı pek Osmanlı birlikleri bu savaşta âdeta arkalarına bakmadan İstanbul’a doğru kaçtılar; bazı topçu bataryaları tek mermi yakmadan cephane sandıkları, katırlar ve arabalarla düşman eline terkedildi. Tren hattıyla beslenen ikmal yollarında vagonlarla erzak bekletilirken bazı birliklerin açlıktan ağaç kabuklarını kemirmek zorunda kaldıkları görüldü. Devletin batı sınırları, neredeyse İstanbul’un Yedikule semtine kadar geriledi.
Sadece yenilmedik, sadece mağlubiyetin utancıyla kalmadık, Balkan sınırlarımız, Andriç’in dediği gibi birdenbire bin kilometre civarında doğuya kaydı. 14. yüzyıldan bu yana devletin akciğerlerini teşkil eden Rumeli coğrafyası, bütün zenginlikleriyle devletten koptu ve böylece milletlerarası ilişkiler tarihinde “Balkan meselesi” diye isimlenen bir büyük problem ortaya çıktı.
Balkan Savaşı’ndan sadece iki sene sonra Osmanlı ordusu, 1. Cihan Harbi’ne girdi ve savaştığı her cephede dostun da düşmanın da takdirini kazanacak bir cesaretle dövüştü. İki sene zarfında küçücük Balkan devletlerinin derme-çatma birlikleri önünde dökülen bir ordunun gösterdiği performans şaşırtıcı bulundu ama asıl şaşırtıcı olan Balkan Savaşı’ndaki mağlubiyeti doğuran o anlaşılmaz zaaftır.
Osmanlı devleti, Balkanlar olmaksızın ayakta duramazdı; “devletin ciğeri söküldü” sözü, bu anatomik imkansızlığı güzel özetler. Balkanlar’ın kaybından sonra devletin yıkımı, sadece 6 seneye sığmıştır ve Balkanlar olmaksızın devletin “imparatorluk” ideolojisini sürdürmesi fiilen imkânsızdı. Türkiye’nin “millî devlet” şekline bürünmesi artık kaçınılmazdı ve Cumhuriyet’le birlikte biz, -biraz da kaçınılmaz bir gereklilik eseriyle- millî devlet modeline geçtik. Balkan Harbi, içerde milliyetçi fikirlerin uyanmasında birinci derecede âmil oldu; “millî edebiyat” böyle başladı; Türkçe’nin -devlet eliyle değil- yazar ve edebiyatçıların hamlesiyle pek güzel bir istikamette sadeleşmeye başlaması da aynı hadisenin sonuçlarındandır.
Artık Rumeli yoktu; Avrupa kıt’asında Türk varlığı yoktu. Bugün Misak-ı Millî diye son derece önemsediğimiz sınırlar da Rumeli’yi dışarda bırakır.
Okutulması ve iyi anlatılması gereken mağlubiyetler vardır ki, iyi tahlil edildiğinde zaferleri ve başarıları öğretmiş olmaktan daha müsbet sonuçlar doğurur. Tarih eğitimimizde Balkan hezimeti, üstü küllenmesi gereken, arızi bir başarısızlık gibi gösterilmektedir ve bu tutum yanlıştır. Bu mağlubiyet, âdeta bir destan tâlim edercesine okutulmalı, bütün detaylarıyla öğretilmelidir.
Osmanlı devleti’nin iki eski hudut komşusu ile ilişkilerimiz, bugün de en istikrarlı hudutlarımızı oluşturuyor: Rusya ve İran. Lozan sınırları ile husule gelen yeni komşular Türkiye’ye öteden beri enerji kaybettiren ihtilafların odağında durdular: Yunanistan, Bulgaristan, Suriye, Irak ve SSCB’nin dağılmasından sonra Ermenistan gibi ülkelerle süregelen ihtilâflar, Osmanlı Devleti’nin enkazı tasfiye edilirken hesabın iyi yapılmadığını izah etmektedir. Nitekim genç Türkiye’nin İstiklâl Harbi, netice itibariyle doğu cephesinde Rusların organize ettiği Ermenistan, batı cephesinde ise eski tebâ mevkiindeki Yunan (Rum) unsuruna karşı görülmüş bir hesaplaşma hükmündedir.
Osmanlı devleti alelacele yıkıldı, lâkin enkaz sahasında hâlâ toz-duman yükseliyor.
Ahmet Turan Alkan , Aksiyon Dergisi , sayı 635
Okutulması ve iyi anlatılması gereken mağlubiyetler vardır ki, iyi tahlil edildiğinde zaferleri ve başarıları öğretmiş olmaktan daha müsbet sonuçlar doğurur. Tarih eğitimimizde Balkan hezimeti, üstü küllenmesi gereken, arızi bir başarısızlık gibi gösterilmektedir ve bu tutum yanlıştır. Bu mağlubiyet, âdeta bir destan tâlim edercesine okutulmalı, bütün detaylarıyla öğretilmelidir.
İvo Andriç, meşhur eseri ‘Drina Köprüsü’nde, Türkiye’nin uğradığı Balkan Harbi felâketi’nin Vişegrad kasabasında nasıl algılandığını tasvir ediyor. Vişegrad kasabası, ortasında meşhur köprünün yer aldığı ve roman karakterinin yaşadığı yerdir.
Diyor ki İvo Andriç...
“Uvats’da, Avusturya-Macaristan ile Türkiye arasındaki sınırın ayrıldığı yerden aynı isimde bir çay geçiyordu. Çayın üstündeki köprü ise Avusturya ile Türk karakolunu birbirinden ayırıyordu. İşte bu köprünün başında bir Türk subayı ile bir bölük asker göründü ve Avusturya tarafına geçti. Subay teatral bir jestle kılıcını köprünün korkuluğuna vurarak kırdı, sonra da Avusturya jandarmalarına teslim oldu.
Aynı anda tepeden aşağı grili Sırp piyadeleri indi, Bosna ile Sancak arasındaki eski hudut boyuna yerleşti. Eski tarzda donatılmış Türk askerinin yerini aldı. Artık Avusturya, Türkiye, Sırbistan arasındaki sınır noktası kaybolmuştu. Daha dün Vişegrad’ın onbeş kilometre ötesinde bulunan Türk sınırı bin kilometreden fazla gerilemiş, Edirne’nin ötesinde bir yere çekilmişti.”
Balkan Savaşı, bırakınız tarih derslerinin içinde bir konu olarak üzerinde durulmayı, başlıbaşına bir ders ismi olacak derecede önemli sonuçlar doğurmuş bir felâketti. ‘Modern Türkiye’yi doğuran dizi olayların içinde Balkan Savaşı ayrıca çok önemli bir yere sahiptir.
Bu savaş, hep kahramanlığıyla, vuruşkanlığıyla, cesaret ve metâneti ile tanınmış Türk Ordusu’nun uğradığı en zelîl, en berbat ve en kat’i mağlubiyeti teşkil eder. Öyle ki, dört küçük ve önemsiz Balkan devletinin ilk defa kendi aralarında çekişmeyi bırakıp ittifak ettikleri ve Osmanlı Devleti’ne karşı savaş açtığı duyulduğunda, Batı dünyasının ağabeyleri, yani “Düvel-i Muazzama” hemen harekete geçerek, bu savaş sonucunda oluşabilecek sınır değişikliklerini tanımayacaklarını açıklamışlardı. Bu kararın anlamı o gün için şuydu: Düvel-i Muazzama savaşı kesinlikle Osmanlılar’ın kazanacağını hesab ediyor ve Balkanlarda yeniden genişlemelerine müsaade etmeyeceğini peşinen açıklıyordu. 1897 Osmanlı-Yunan Harbi’nde de öyle olmuştu. Yunan birliklerini Dömeke mevzilerinde perişan eden Osmanlı ordusunun zaferi siyasi sonuçlara dönüştürülmemiş ve Türkler lehine sınır değişikliğine gidilmemişti. Bu askerî zaferin Osmanlılara kârı, Sultan Abdülhamid’in kazandığı “Gazi” unvanına ilâveten kamuoyunda morallerin düzelmesinden ibaret kalmıştı.
Ne var ki beklenenin aksine Osmanlı ordusu -üstelik kâğıt üstünde tek başına dört rakibinden daha üstün nitelikler sergilemesine rağmen- feci bir mağlubiyete uğradı. Bu mağlubiyetin başlıca ve en önemli sebebi, ordu içinde siyasi kamplaşmanın husule getirdiği zaaftır. İyi donatımlı, karnı tok, sırtı pek Osmanlı birlikleri bu savaşta âdeta arkalarına bakmadan İstanbul’a doğru kaçtılar; bazı topçu bataryaları tek mermi yakmadan cephane sandıkları, katırlar ve arabalarla düşman eline terkedildi. Tren hattıyla beslenen ikmal yollarında vagonlarla erzak bekletilirken bazı birliklerin açlıktan ağaç kabuklarını kemirmek zorunda kaldıkları görüldü. Devletin batı sınırları, neredeyse İstanbul’un Yedikule semtine kadar geriledi.
Sadece yenilmedik, sadece mağlubiyetin utancıyla kalmadık, Balkan sınırlarımız, Andriç’in dediği gibi birdenbire bin kilometre civarında doğuya kaydı. 14. yüzyıldan bu yana devletin akciğerlerini teşkil eden Rumeli coğrafyası, bütün zenginlikleriyle devletten koptu ve böylece milletlerarası ilişkiler tarihinde “Balkan meselesi” diye isimlenen bir büyük problem ortaya çıktı.
Balkan Savaşı’ndan sadece iki sene sonra Osmanlı ordusu, 1. Cihan Harbi’ne girdi ve savaştığı her cephede dostun da düşmanın da takdirini kazanacak bir cesaretle dövüştü. İki sene zarfında küçücük Balkan devletlerinin derme-çatma birlikleri önünde dökülen bir ordunun gösterdiği performans şaşırtıcı bulundu ama asıl şaşırtıcı olan Balkan Savaşı’ndaki mağlubiyeti doğuran o anlaşılmaz zaaftır.
Osmanlı devleti, Balkanlar olmaksızın ayakta duramazdı; “devletin ciğeri söküldü” sözü, bu anatomik imkansızlığı güzel özetler. Balkanlar’ın kaybından sonra devletin yıkımı, sadece 6 seneye sığmıştır ve Balkanlar olmaksızın devletin “imparatorluk” ideolojisini sürdürmesi fiilen imkânsızdı. Türkiye’nin “millî devlet” şekline bürünmesi artık kaçınılmazdı ve Cumhuriyet’le birlikte biz, -biraz da kaçınılmaz bir gereklilik eseriyle- millî devlet modeline geçtik. Balkan Harbi, içerde milliyetçi fikirlerin uyanmasında birinci derecede âmil oldu; “millî edebiyat” böyle başladı; Türkçe’nin -devlet eliyle değil- yazar ve edebiyatçıların hamlesiyle pek güzel bir istikamette sadeleşmeye başlaması da aynı hadisenin sonuçlarındandır.
Artık Rumeli yoktu; Avrupa kıt’asında Türk varlığı yoktu. Bugün Misak-ı Millî diye son derece önemsediğimiz sınırlar da Rumeli’yi dışarda bırakır.
Okutulması ve iyi anlatılması gereken mağlubiyetler vardır ki, iyi tahlil edildiğinde zaferleri ve başarıları öğretmiş olmaktan daha müsbet sonuçlar doğurur. Tarih eğitimimizde Balkan hezimeti, üstü küllenmesi gereken, arızi bir başarısızlık gibi gösterilmektedir ve bu tutum yanlıştır. Bu mağlubiyet, âdeta bir destan tâlim edercesine okutulmalı, bütün detaylarıyla öğretilmelidir.
Osmanlı devleti’nin iki eski hudut komşusu ile ilişkilerimiz, bugün de en istikrarlı hudutlarımızı oluşturuyor: Rusya ve İran. Lozan sınırları ile husule gelen yeni komşular Türkiye’ye öteden beri enerji kaybettiren ihtilafların odağında durdular: Yunanistan, Bulgaristan, Suriye, Irak ve SSCB’nin dağılmasından sonra Ermenistan gibi ülkelerle süregelen ihtilâflar, Osmanlı Devleti’nin enkazı tasfiye edilirken hesabın iyi yapılmadığını izah etmektedir. Nitekim genç Türkiye’nin İstiklâl Harbi, netice itibariyle doğu cephesinde Rusların organize ettiği Ermenistan, batı cephesinde ise eski tebâ mevkiindeki Yunan (Rum) unsuruna karşı görülmüş bir hesaplaşma hükmündedir.
Osmanlı devleti alelacele yıkıldı, lâkin enkaz sahasında hâlâ toz-duman yükseliyor.
Ahmet Turan Alkan , Aksiyon Dergisi , sayı 635
ABD’nin çözemediği Abdülhamid bilmecesi - Mustafa Armağan...
![]() MUSTAFA ARMAĞAN ABD’nin Osmanlı dönemindeki son büyükelçilerinden (1913-1916) Henry Morgenthau’nun, Ermeni soykırımı konusunda birinci dereceden etkili olmuş ve Amerika’da Türkiye aleyhtarlığını fişekleyen “Secrets of the Bosphorus” adlı hatıralarında II. Abdülhamid’den sürekli “Kızıl Sultan” veya “Kanlı Sultan” diye söz etmesi, yazdıklarının ‘objektifliği’ hakkında bir ipucu verebilir. Ancak bir Alman Yahudisi soyundan gelen Morgenthau’nun kini, Ermeni soykırımı veya Abdülhamid’le sınırlı kalmaz. O, Osmanlı’da olumlu hiçbir şey bulunabileceğine inanmaz: “Türk’ün beş yüzyılda elde ettiği medenî inceliklerin tamamı, insafsızca hor gördüğü tebasından alınmıştır. Dini Araplardan gelir; dili [ancak] Arapça ve Farsça unsurlardan ödünç alınmak suretiyle belirli bir edebî değere ulaşmıştır; yazısı Arapçadır. İstanbul’un en nefis mimari anıtı olan Ayasofya Camii, aslen bir Hıristiyan kilisesidir ve pratikte bütün Türk mimarisi Bizans mimarisinden türemiştir…” Bu sözler yabancımız değil. Bugün içimizde de nice “Morgenthaular”ın var olduğunu ve bir zamanlar “onlar”ın olan düşüncelerin zamanla nasıl “kendi” düşüncelerimiz haline dönüştüğünü göstermek için verdim bu örneği. Sanki Amerika’nın dini Amerika’da icad edilmişti; sanki Amerikalılar bir başka kıtanın dilini ve edebiyatını kullanmıyorlardı; sanki Amerikalıların kullandıkları alfabe, kendi kıtalarında icaD edilmişti. İnsan bir başka toplum hakkında ahkâm keseceği zaman önce kendine bakmalı değil mi? Neyse, Morgenthau’nun hatıralarına günün birinde sıra gelecek nasıl olsa. Değerlendirmelerimizi ileriye erteleyerek şu sözde “Kızıl Sultan”a Amerikan büyükelçisinin neden düşman olduğu meselesini biraz eşeleyelim. Bakalım altından neler çıkacak? Neydi sahiden de Morgenthau’ya, Abdülhamid Han hakkında, “tarihte bilinen en korkunç canavarlardan biri” (4. baskı, Londra: 1918, s. 188) dedirten kötülük? Sıraladığı sebepler arasında bir tanesini gösteremez ki, aynı tehditlerle, hatta yüzde biriyle karşılaşan bir Amerikan Başkanı (hayranı olduğu Woodrow Wilson dahil) elini kolunu bağlayıp seyretsin olan biteni. Gösterebildiği tek suç, vatanını Avrupalı emperyalistlere kaptırmamak için çırpınmasıdır ki, aslında Abdülhamid’in Yahudilere Filistin topraklarını satmayı reddetmesi bile, ‘normal’ bir Amerikalının alkışlaması gereken vatanseverlik değil de nedir? Bence Abdülhamid’in asıl suçu, bundan da büyüktü. ABD’yi bir ‘koz’ olarak kullanmaya kalkmıştı! Vahdettin Engin’in yeni yayınlanan “Abdülhamid ve Dış Politika” (Yeditepe Yay., 2005) adlı çalışmasında bu kozun nasıl oynandığı, belgeleriyle ortaya konulmuş durumda. Padişahın sadrazama yazdığı 13 “hususî irade”nin metnine baktığınızda 1893’ten 1908’e kadar geçen 15 yıl içerisinde (yani Morgenthau’nun göreve başlamasından 5 yıl öncesine kadar) Abdülhamid’in, bir yandan ABD silahlarıyla ordusunu donatırken, öbür yandan kendi çıkarları doğrultusunda tavrını koyabildiğini ve bir Osmanoğlu olduğunu hiçbir zaman unutmadığını görürsünüz. Mesela 13 Ocak 1986 tarihli iradede Çanakkale Boğazı’ndan geçmek isteyen Bankroft adlı Amerikan gemisine, ABD, Paris Antlaşması’na imza atan devletlerden olmadığı için izin vermiyor. 20 Aralık 1897’de ise bu defa Erzurum’da bir konsolosluk açılması gündemdedir. Cevap: “ABD’nin Erzurum’da bir konsolosluk açmasına gerek yoktur, çünkü orada ABD vatandaşı yoktur. Amerikan sefaretinin böyle gereksiz bir konuda ısrarcı olması uygun görülmediğinden talebinin geçiştirilmesi Padişahımız Efendimiz Hazretlerinin emir ve iradeleri gereğidir.” Nasıl? Mesele yavaş yavaş aydınlanıyor değil mi? Devam öyleyse. ABD ısrarla İstanbul’da bir büyükelçilik açmak istemektedir. Ancak Abdülhamid dış politikada iyi kötü kurmaya çalıştığı dengeye yeni bir aktörün girmesinin Osmanlı çıkarlarına uygun düşmeyeceğine inanmıştır. Bunun için de şu gerekçeyi gösterir: “Bizim Washington’daki temsilciliğimiz de Orta Elçi düzeyindedir. Bu talep, Osmanlı Devleti’nin Washington sefareti, büyükelçiliğe yükseltilmedikçe kabul edilemez!” 1898’de ABD bu defa Ermeni Patırtısı’nın tazminatını ödettirmeye çalışmaktadır İstanbul’a. Tehditlerin bini bir paradır. Ama Abdülhamid yine yılmaz, yine bir irade çıkarır: “Her ne ad altında olursa olsun tazminat talebinin yerine getirilmesi, olaylarda sorumluluğun kabulü anlamına geleceğinden, hiçbir şekilde tazminat ödenmesinin söz konusu olmadığı ABD sefirine hatırlatılmalıdır.” Nihayet Harput’a (eski Elazığ) bir ABD konsolosu atanır. Ancak yapılan araştırmada bu kişinin Osmanlı vatandaşı bir Ermeni olduğu ve sonradan ABD vatandaşlığına geçtiği anlaşılır. Oysa ABD ile yapılan antlaşmaya göre bölgeye atanacak kişi, eski Osmanlı vatandaşı olamayacaktır. Bu nedenle göreve başlamasına engel olunması irade olunur. Tarih: 3 Aralık 1900’dür. Oysa aynı yıllarda Abdülhamid, ABD’nin silah şirketleriyle görüşmelerine devam etmekte ve Connecticut’taki bir şirketten Türkiye’de hafif silah fabrikası kurmasını istemekte, Amerikan Bahriyesi’nden General Bucknam’ı âlâ-yı vâlâ ile “Paşa” yapıp hizmetine almakta ve o zamanlar henüz bıyığı terlemiş bir bahriyeli subay olan geleceğin “Hamidiye kahramanı” Rauf Orbay’ı, Bucknam Paşa ile birlikte kruvazör ve denizaltı alımı için ABD’ye göndermekteydi. Daha da ilginci, Bucknam Paşa’nın, kendisine anlatılan “denizcilik düşmanı” Abdülhamid görüntüsü ile kendisini gemi ve denizaltı almaya yollayan “denizcilik meraklısı” Abdülhamid görüntüsünü bir türlü bağdaştıramayışıdır. Nitekim Rauf Bey’e içine düştüğü şaşkınlığı şöyle dile getirmiştir: “Bilmece gibi bir adam. Hem de çözülmesi çok çok çok zor bir bilmece!” Bu bilmeceyi çözdüğümüzde, göreceğimiz resim, emin olun, Morgenthau’nunkinden çok çok çok farklı olacaktır. |
Sultan II. Abdülhamid’in petrol haritası...
|
Sultan İkinci Abdülhamid Hayatı...
![]() Bekarlığı sırasında çok serbest bir hayat yaşayan Sultan İkinci Abdülhamid, evlendikten sonra tüm boş zamanını ailesiyle, çocuklarıyla geçirmeye başladı. Sultan İkinci Abdülhamid, yıkılmak üzere olan Osmanlı İmparatorluğu'nu 33 yıl ayakta tutmayı başarmış büyük bir padişahtır. Dindar bir insan olan Sultan İkinci Abdülhamid ibadetlerini aksatmazdı. Hayırsever ve cömert bir insan olan Sultan İkinci Abdülhamid, sıradan bir vatandaş gibi yaşardı. Yunan seferi sırasında, kendisine hazinede yeterli para bulunmadığı söylenince, atalarından kalma şahsi servetinden masrafları karşılamış, devletten beş kuruş almamıştı. Boş vakitlerini marangozhanede geçirir, harika eşyalar yapar, bunları sattırır ve parasını fakire fukaraya dağıttırırdı. Son derece şefkatli bir insan olan Sultan İkinci Abdülhamid'in kendisini öldürmek isteyenleri bağışlaması, dünya siyaset tarihinde görülmemiş bir olaydır. Sultan İkinci Abdülhamid, kültüre önem vermiş ve eğitim konusunda hizmet verecek birçok mekan yaptırmıştır. Üniversiteler, Güzel Sanatlar Akademisi, Ticaret ve Ziraat Okulları kuran Sultan İkinci Abdülhamid, ilk ve orta dereceli okullar, dilsiz ve kör okulları, kız meslek okulları da yaptırmıştır. Vilayetlere liseler, kazalara ortaokullar kurmakla beraber, ilkokulları köylere kadar ulaştırdı. İstanbul'da Şişli Etfal Hastahanesi'ni ve Darülaceze'yi kendi şahsi parasıyla yaptırdı. Hamidiye adı verilen nefis içme suyunu borularla İstanbul'a getirtti. Karayollarını Anadolu içlerine kadar uzatan Sultan İkinci Abdülhamid, Bağdat'a ve Medine'ye kadar da demiryolları döşetmiştir. Büyük şehirlere atlı tramvay hatları döşetti. |
Abdülhamid'in Siyonizm'le dansı...
|
Sürgündeki Hanedan...
SÜRGÜNDEKİ HÂNEDAN
3 Mart 1924 itibarıyla Türk tarihinde yeni bir sayfa açılıyordu. Halifelik kaldırılmış ve tarihin en uzun ömürlü hânedanlarından Osmanlı hânedanı mensupları vatandaşlıktan çıkarılarak yurt dışına sürülmüştü. Bu, yaşlısından beşikteki bebeğe kadar hepsi için yeni ve sıkıntılı bir hayatın başlangıcı oldu.
Osmanlı Hânedanı’nın hukukî statüsü, asırlar boyu kanunnâmeler ve geleneklerle tayin olunmuştur. Hânedan, padişah oğul ve kızları (şehzâde ve sultanlar) ile oğulların nesilden nesile devam eden oğlan ve kız çocuklarından müteşekkildir. Nitekim şer’î hukukta oğul ve kızlar ile, oğlun oğul ve kızları vâris olup âileden sayılırdı. Bunlar varken, kızların çocukları âileden sayılmaz ve vâris olamaz.

Son şehzadeler İstanbul yatında bir arada. 1-Vahdeddin Efendi 2-Mecid Efendi 3- Ziyaeddin Efendi 4- Seyfeddin Efendi 5-İbrahim Efendi 6-Necmeddin Efendi 7- Ahmed Nihad Efendi 8- Ömer Hilmi Efendi 9- Cemaleddin Efendi 10-Abdülhalim Efendi 11-Osman Fuad Efendi 12- Ömer Faruk Efendi.
KENDİ SİCİLLERİ VARDI
Şehzâde ve sultan, diğer hânedanlardaki hükümdar oğulları ve kızlarına verilen prens-prenses unvanının muadili idi. Padişah ve şehzâde zevceleri ile sultan eşleri ve çocukları, hânedan âzâsı değil; hânedan mensubu idi. Monarşilerde hânedan vatandaş statüsünde değildir. Umumî nüfus sicillerine değil, saraydaki hânedan sicilline kaydedilir. Hânedan mensupları, hususî hayatlarında padişahların koyduğu kâidelere uymak zorundaydı. Şehzâde ve sultanlar ile padişah ve şehzâde zevceleri, padişahın izni olmaksızın evlenemez; evlenirse, hânedanla alâkalı haklarını kaybederdi. Oğlu olan padişah zevcesi artık kimseyle evlenemezdi. Çünkü padişahın bir üvey babası tasavvur edilemez. Padişah oğullarına şehzâde denirdi. Şehzâdeler önceleri sultan ve sonraları efendi unvanıyla anılırdı. Cem Sultan ve Burhaneddin Efendi gibi. Küçükken anneleri ile; büyüdükleri zaman kendilerine tahsis edilen dairelerinde hususî hizmetkârlarıyla ve hasodadan tayin edilen lalaların nezâretinde yaşarlardı. 12 yaşlarına gelince maiyetleri ve anneleri ile Konya, Manisa, Amasya gibi sancaklara sancakbeyi olarak gönderilirlerdi. Bu usul XVII. asır başlarına kadar sürmüş; bundan sonra şehzâdeler sancağa çıkarılmayıp sarayda oturmuşlardır. Hareme bitişik çeşitli odalar ve oniki daireden müteşekkil bu daireye, etrafındaki şimşir ağaçları sebebiyle şimşirlik adı verilirdi. Salon duvarlarındaki kafes motifinden dolayı mânâlı bir şekilde Kafes de denilen ve küçük bir bahçesi bulunan şimşirliğin etrafı duvarla çevrili idi. Şehzâdeler, âileleri, câriye ve ağalarıyla beraber burada yaşar; merasimler dışında pek dışarı çıkmaz; fazla kimseyle de görüşmezdi.
![]() | ![]() | |
Osman Ertuğrul Efendi, Sultan Abdülhamid’in torunu olup 1912 doğumludur. (23 Eylül 2009 senesinde vefat etmiş olup, 26 Eylül 2009'da Çemberlitaş'taki II. Mahmud Han Türbesi'ne defnedildi.)
|
Harun Efendi Sultan Abdülhamid’in torunu olup, Türkiye’de yaşayan en yaşlı şehzadedir.
|
HAYIR SAHİPLERİYDİLER
Bu devirde şehzâdelerin çocuk yapmasına izin verilmediği yaygın kanaattir. Ciddî Osmanlı kaynaklarında bulunmayan bu iddiayı nakzeden misaller vardır. Doğrusu, istikbali pek de parlak görmeyen şehzâdeler bu hususta kendi rızâlarıyla bir kontrol yapmış olabilir. Şehzâdelerin çocukları da şehzâde veya sultan olarak anılırdı. Şehzâdelerin hususî tahsisatları varsa da, diğer devletlerdeki prenslere, hatta kendi kızkardeşlerine nazaran malî ve siyasî bakımdan çok zayıf bir statüde tutulmuşlardır. Şehzâdeler, son devirde artık saray dışında yaşamaya; meslek sahibi olup çeşitli memuriyetler almaya başlamıştır.
Padişah kızları sultan unvanı ile anılırdı. Mihrümah Sultan gibi. Padişahların siyasî maksatlarla Anadolu beyliklerinden kız almalarına mukabil; sultanlar da bu beyliklere gelin giderdi. Zamanla vezirlerle evlendirilmişlerdir. Böylece hem başarılı devlet ricâli taltif edilmiş; hem de bunlar saraya bağlanarak, kendi aralarında evlilik yoluyla yakınlıklar kurmasının önüne geçilmiştir. Aile içinde evlilikler çok azdır. Sultanlar, dilerse kocasını boşamak salâhiyetiyle evlenirlerdi. Şer’î hukuk, kadına bu hakkı verir. Sultanlar evlendikten sonra kocaları ve maiyetleriyle ayrı bir sarayda otururlardı. Sultan eşleri, kimin kocası olursa olsun padişahın dâmâdı sayılır ve dâmâd-ı hazret-i şehriyârî diye anılırdı. Dâmâdlar, boşanma ile protokoldeki yerlerini ve evlilik sayesinde kazandıkları bütün unvanlarını kaybederdi.
Sultan oğullarına sultanzâde, kızlarına da hanımsultan denirdi. Sultan Fatih, kızlarının oğullarına sancakbeyliğinden yukarı rütbe verilmesini yasaklayarak, cemiyette ikinci derecede soyluluğun teşekkülüne engel olmuştur. Sultanlar şehzâdeler gibi değildi. Daha rahat ve zengin yaşardı. Servetlerini hayır eserlerine harcar; şehrin fakirlerine sadaka, evlenecek kızlara çeyiz vererek tüketirdi. Bu sebeple sürgünde çok dara düşmüşlerdir.

Bugün hanedanın tümü Sultan II. Mahmud’un soyundan gelmektedir.
BİR RÜYANIN SONU
Saltanat ve halîfelik peş peşe kaldırılınca, 3 Mart 1924 tarihli kanunla hânedana mensup şehzâdeler, sultanlar ve sultan çocukları ile eşleri hayatta bulunan padişah ve şehzâde zevceleri ile dâmâdlar olmak üzere 155 kişi vatandaşlıktan ihraç olunarak üç gün içinde sınır dışı edildi. Kanuna dâhil olmadıkları halde ebeveynleri veya çocukları ile sürgüne gitmek zorunda kalanlarla bu sayı 200’ü bulur. Sürgünde efendilerinden ayrılmayan emektarlar da sayılırsa, sürgünlerin sayısı yüzlercedir. Bunların transit olarak bile ülkeden geçmesi yasaklandı. Mallarını bir yıl içinde tasfiye etmeleri, aksi takdirde hazineye kalacağı bildirildi. Hemen hepsi vatansız, pasaportsuz olarak yaşadı. Bankalarda paraları, yanlarında nakitleri olmayan bu insanların çoğu, sürgünde tarifsiz sıkıntılar çekti; açlıktan ölenler bile oldu. Ama asalet ve şereflerine uygun yaşamaya çalıştılar. Geride bıraktıkları malları da şunun bunun elinde çarçur edildi. Oğuz Han neslinden ve tarihin en eski hânedanlarından Osmanlı hânedanı böylece siyaset sahnesinden çekilmiş oldu. 1952 yılında hânedanın kadın mensuplarına, 1974 yılında da tümüne ülkeye dönme izni verildi.
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
04 Mart 2009 Çarşamba
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)